aşk, entrika, gözyaşı, sen uçuşu hatırla
bir buenos aires yazısı, bir wanda nara portresi. hikayeyi baştan yazan, bütün doğru tuşlara basan wanda nara'nın hikayesi.
Buenos Aires’te Palermo’dayız. Mahallelerin en güzellerinden biri, ağaçların gölgesi, yaşlıların her gün öğlen saatlerinde buluşup kahveler, limonatalar eşliğinde sohbet ettiği ufak çardak altları. Buenos Aires’in her mahallesinin kendine has bir havası, bir nezaketi var, Palermo en sakinleri gibi. Mahalleden çıkıp müzelere ya da görmek istediğimiz başka mahallelere gitmek yürüyerek zor. Dolayısıyla hep küçücük Uber’ler ve onların çat pat da olsa Ingilizce konuşan şoförleriyle mutluyuz. Hola’lar, buenos dias’lar, hiç anlaşamıyorsak Google translate ne güne duruyor.
La Boca’ya mesafe çok uzun. Trafik var, şoförümüz klimayı açmayı teklif ediyor. Camlar açık iyiyiz şimdilik. Trafiğin tıkandığı noktalarda camları kapatacağını, hırsızlığın çok arttığını söylüyor, çantamı yere koyduruyor. La Boca’ya gittiğimizde de sokakta dikkatsiz, en azından turist gibi davranmamamızı söylüyor. Evet diyoruz okuduk böyle şeyler ama zaten New York’tan geliyoruz ve aslen İstanbulluyuz. Haaa diyor. Biliyorsunuz yani.
Ne kastediyor acaba, hiç sormuyoruz ama birden açacak çiçeklere de batacak dikenlere de hazırlıklıyız da demiyoruz. İstanbul’u bildiğini söylüyor, Türkiye diyor. İstanbul’un Türkiye’de olmadığını zaten sadece Amerikalılar bilmiyor. Bu New York’ta deneyimlediğimiz bir şey değil. Brooklyn’den komşumuz bay Henry bile bizi bir gün Mısır’a bir gün Polonya’ya komşu yaparken fakir ülkelerin genel kültürü geniş insanları olarak Arjantin’de aradığımız mutluluğu buluyoruz. Fakir ülkelerin insanlarının en iyi bildiği ders coğrafya, çaresizlik insana dünya haritasını satır satır öğretiyor.
İstanbul, Türkiye derken konu futbola geliyor. River Plate taraftarı şoförümüze takımını elbette tanıdığımızı, çok sevdiğimizi, taraftarlarının çılgınlığını bildiğimizi, burada yaşasaydık kesin River taraftarı olacağımızı anlatırken, Buenos Aires’e de İcardi yüzünden geldiğimizi, transferinin ertesi günü Arjantin biletlerimizi aldığımızı söylüyoruz. Tatlı şoförümüzün yüzü değişiyor. Yedi günahın sekizincisini işlemişiz gibi gözleri büyüyor ve ‘Onu burada hiç sevmezler’ diyor. Kendisinin sevip sevmediğini söylemiyor. Bizi üzmek istemiyor belli ki. Siz diyor, ‘İcardear’ ne demek bir ona bakın. Ben hemen bakıyorum. Hassiktir diyorum. Şoföre dönüp, ‘Bizim için fark etmez’ diyorum. Kocamın sözlükler ne demiş ne dememiş umuru değil. Şoföre, Icardi her gol attığında 50 bin kişinin ona şarkılar söylediğini anlatırken, gülüşüyorlar. Yol bitiyor. La Boca’ya varıyoruz, arabadan inerken ‘Arka mahallelere doğru yürüyecekseniz dikkatli olun’ diyor. Arkamızdan el sallıyor. O akşam buluştuğumuz Arjantinli arkadaşlarımıza icardear’ın ne münasebetle çıktığını sorunca magazin deryasının içine düşüyoruz. Yeni bir şey duymadığımız gibi ne anlatırlarsa anlatsınlar İcardi’yi sevmeme ihtimallerini kabul etmediğimizi, aksi bir şeye ikna olacak durumda olmadığımızı açık açık söylüyoruz. Bizim için artık çok geç. Bu sefer de arkadaşlarımız İcardi sevgisiyle delirdiğimizi düşündükleri için gülüşüyoruz.
Uzun uzun anlattığımız şeylerden birisi şu, biz o icardear fiilini baştan yazan taraftayız. Biz İcardi’yi çok gol attığı için değil, otel odası gibi bir evde, eşyasız, elinde sadece matesiyle gördüğümüz bu adamı, yakışıklılığı için falan da değil, sarı saçları için de değil, aylardır iki kızıyla başka bir ülkede, sabahları kızlarını okula götürdüğü, oradan antrenmana gittiği, kızlarının kopmuş düğmesini, elinde iğne iplik tamir ederken gördüğümüz, onlarla beraber bebeklerle oynayıp, evde birbirlerine oje sürdükleri için, stada çocuklarıyla gelip onlarla ayrıldığı için, kızlarını alıp İtalya’da bir köyde bisiklete bindiği, ateşin başında kızlarıyla oyunlar oynadığı için, onlarla ata binerken, oğlanlarla bir yazlık evin bahçesinde top oynarken gördüğümüz için seviyoruz. İcardi bize bu oyunun sadece 90 dakika sürdüğünü, onun dışında bir hayat olduğunu hatırlattığı için; bize, alışık olduğumuz televolelerden başka bir şey gösterdiği için, televolelerden bize miras kalan göt göbek sahiller, arabesk müzikler ve sadece sahibinin güldüğü şakalardan başka bir şeyi, hikayenin başka türlü de yaşanabileceğini hatırlattığı için seviyoruz. İcardi’yi seviyor olabiliriz ama biz onun ne olduğunu, hayatı sevmeyi nasıl öğrendiğini Arjantin’e geldiğimizde anladığımızı söylüyoruz.
‘New York’a inince mesaj atın’ diyen arkadaşlarımızdan uçağa binmeden son bir mesaj daha geliyor: Say hi to your İcardi. (İcardi’nize selam söyleyin.) Evet o artık bizim İcardimiz belli ki. Arkadaşlarımızı da onu da çok seviyoruz, telefonlarımızı uçak moduna alıyoruz. 12 saatlik uçuşun ardından evimize varıyoruz. Rutinlerimiz bizi bekler. Cumartesi sabahları mahalle pazarı, pazardan taze sebze, varsa güzel meyve, süt bitmiş mi, kahvemiz kalmış mı, çöpü ben atarım sen yemeğin altını kısarsınlı rutinlerimiz, ve yine maçlar başlıyor, deprem herkesin kolunu kanadını kırmış.
Sonra hayat da futbol da kaldığı yerden de değil, beş on sayfa atlayarak devam ediyor. Deplasmanlar, hakem kıyametleri, kavgalar gürültüler, lig bitmiş, İcardi elinde mikrofon şarkısını söylemiş, amigolar gibi davulunu çalıp, ülkesine dönme vakti gelmiş. İki kızını alıp uçağa binip gittiğinde, uçaktan inen bavullar arasında PSG armalı bavulu görünce hayat bitiyor. Binlerce hayat bitti mesajı atılıyor. Wanda’dan gelen mesajla son tetik de çekiliyor: ‘Türkiye’yi hiçbir zaman unutmayacağız. Kalbimizde her zaman ayrı bir yeriniz olacak’ Wanda’ya mesajlar yağmaya başlıyor: ‘Abimizi sal!’, ‘İnşallah abim senden kurtulacak’, ‘Yenge seni istemiyoruz’! Abisini çok sevdiği için, yengesine de tam dalamayan ikiyüzlü akraba modeli bizimki. Küfür etse abisinden dayak yer, etmese annesine vereceği hesap eksik. ‘Ona öyle bir laf soktum ki, yengem altından kalkamaz’ sanıyor. Wanda akıllı, susuyor, kimseyi karşısına almıyor. Muhtemelen Paris’ten İtalya’dan alıık bu yaşananlara. ‘Abimizi sal yenge!’lere.
Ama burası Türkiye. Wanda Nara ‘yengelerin yengesi’ rütbesine çıkıyor.
Çünkü Türkiye, hikayenin asıl anlatıcısının, asıl baş yazarının o olduğunu ve bu hikayenin yakalandığı rahatsızlıkla da alakası olmadığını, bu hikayenin doğru tuşlarına basan isminin Wanda Nara olduğunu, değişmez başrolün Wanda olduğunu anca anladı. Diyeceksiniz ki her zaman başroldeydi. Ailecek Türkiye’ye taşınmalarına kadar Türkiye bunun farkında değildi.
Bu çifti dünyanın en aşık mı bilmiyorum ama en güçlü çifti yapan ismi Wanda. Power couple. Birisi futbol sahasında, diğeri hayatta akıllı ve işin iyi tarafı, sevgileri kadar zekaları da bulaşıcı. İkisi kendisinden, diğer üçü Maxi Lopez’den dünyaya gelen iki kız, üç erkek beş çocuklu bir aileyi bu kadar uyumlu ve birbirine bağlı ve koyun koyuna yaşatabilen isim de Wanda! İcardi’den daha büyük bir marka olan, kızlarını, oğullarını da ileride birer marka yapacak isim yine Wanda. Geçen sene İcardi’yi İstanbul’da bırakıp Arjantin’e dönmesinin altında yatan sebep de artık kendini hatırlamak istemesiydi. Biz kocasını bıraktı bastı Arjantin’e gitti derken, onun derdi başkaydı. Beş çocuk doğuran Wanda, artık çalışmak istediğini, sadece İcardi’nin karısı veya çocukların anası olarak kalmak istemediğini anlatıyordu. O dedikodular da o günlerde çıktı. Magazin haberlerine göre İcardi Wanda’nın çalışmasına izin vermiyordu. Telefon görüşmelerine karışıyor, ailesiyle de görüşmesini istemiyordu.
Halbuki, kocasından 6 milyon fazla takipçisi olan Wanda’nın, İcardi ortalarda değilken ünlü biri olduğunu, kendi parasını kazandığını, ayakları üzerinde duran bir kadın olduğunu önce kendine sonra herkese hatırlatması ve bunu ülkesinde yapması gerekiyordu. Arjantin’de kalmaya böyle karar verdi. Çocuklarına miras kalacak Rolls Royce’lar, İtalya’da, Arjantin’de evlerden ziyade beş çocuğuna bırakmak istediği asıl miras annelerinin güçlü bir kadın olduğuydu. O günlerde İcardi’nin form düşüklüğünün sebebi olarak Wanda görülüyorsa da kimse hikayeye Wanda açısından bakmadı. Kimse onun da ilgiye, sevgiye ihtiyacı vardır demedi. Wanda’nın babası diğer kızıyla (Zaira) daha iyi ilişkisi olduğunu gazetecilerden gizlemiyor, Wanda’nın İcardi’yle parası için beraber olduğunu anlatıyor, annesi ise kızlarını İcardi’den ayırabilmek için boşandığı kocasıyla kızlarını ikna etmeye çalıştığını anlatıyordu. Biz İcardi’yi üzüyor diye bakarken, hikayede asıl kimin zorlandığını kaçırmıştık, Wanda’nın içinde kaldığı şeytan üçgenleri başka yerlerde kurulmuştu.
‘Bunu yaşamak çok acı. Medya spekülasyonları, maruz kaldığım şeyleri düşününce bunun benden bilinmesini tercih ederim. Bu ayrılık hakkında ayrıntı vermeyeceğim. Lütfen sadece benim için değil, çocuklarımız için de anlamanızı rica ediyoruz’ yazıp, üzerine alyanssız el fotoğrafını paylaştığında herkes Wanda, İcardi’yi terk ediyor diye düşündü. Basın bir dargın bir barışık yaşayan bu çifte alışık olduğundan, bunun başka bir Wanda senaryosu olduğu düşünüldü. Bize göre hikayenin aldatılanı İcardi’ydi. Halbuki aldatılan insan ertesi gün ‘Seni seviyorum’ diye öpücük atan story koyar mı? Koymaz değil mi? Kimse hikayenin bu kısmına İcardi’nin yemiş olabileceği herzeler terazisinden bakmadı. Kimse, İcardi kızları alıp Arjantin’e döndüğünde, havaalanına giden Wanda İcardi’yi yalandan öptüğünde Wanda’nın kalbinin ne kadar ve kimbilir nasıl kırılmış olabileceğini de sorgulamadı. Biz hikayenin ‘bizim İcardimizi üzme yenge’ kısmını aşamıyorken, hastalık haberi geldi.
Sonrası, Türk-Arjantin yapımı bir aşk hikayesi.
Şimdi herkes gerçek Wanda’yı tanırken, aslında İcardi’yi de sıfırdan tanıyor. İcardi’nin ülkeye geri dönüşünde Wanda, ’Geçmiş olsun yenge’ pankartına duygulanırken, imza törenine siyahlar içinde, en sade haliyle, kocası ve dört çocuğuyla beraber çıkarken başka bir hayatın şifrelerini, gerçek hayatlarının nasıl bağlarla örüldüğünün şifrelerini veriyor. Lüks evlerine çoluk çocuk, köpek, dadı taşınırken yanında getirdiği Arjantinli ünlü makyöz arkadaşıyla İstanbul’u gezerken ilk olarak koşa koşa Sultanahmet’e gidiyor. Okumayı yazmayı öğreniyoruz kitaplarının serisi gibi. Wanda İstanbul’u tanıyor, Wanda boğazda geziyor, Wanda alışveriş yapıyor, Wanda markette, Wanda veterinerde, Wanda havuzda, Wanda mutfakta, Wanda ve İkea, Wanda ve markası dünyaya açılıyor, Wanda ve Hürrem Sultan, Wanda Sultanahmet’te. Wanda, kızları, iki oğlu ve kocası İcardi’yle bir şehir masalını baştan yazıyor.
Air Jordan’larım çalınır mı diye düşünmeden ayakkabılarını Aya Sofya’da bir kenara koyup, şimdilerde kokudan durulamadığını okuduğumuz camiinin içinde kızıyla beraber başını örtüp fotoğraflar çekiyor. Çektiği, paylaştığı her fotoğraf bir sahiplenme hikayesi. Kadraja benim diyen ünlüler, fotoğrafçılar camiiyle Türk bayrağını onun gibi sığdıramıyor. Gittiği her yerde insanlarla tanışırken, ilk adımını nasılsa herkes beni tanıyor diye değil, ‘İsmim Wanda’ diyerek atıyor. Lokumları tadarken, ‘Senin kocanla yatıp, kocanla kalkıyorum’ diyen adama, demek ki arkadaşız diyor. Kızına Maraş dondurması şakaları yapılırken, Sultanahmet’teki turistik fotoğrafçılarda kızıyla ellerini kavuşturup pozlar verirken, ud ve kahve fincanlarıyla, Hürrem Sultan kostümleri içinde otururken, Galatasaray’ın stadında maç sırasında dürüm döner yerken, boğazda gezerken, storylerinden bir bina yığını altındaki İstanbul’u bambaşka bir gözle aktarıyor. Bir kare önce üç dört tane Chanel’in içinden hangisi alacağını değil hangisini almayacağını düşünen Wanda Nara bir kare sonra evlerinin içinde dolaşan küçük tekir yavrusunu, bir kare sonra veterinerden aldıkları Türkiye pasaportunu paylaşıyor. Sokaktan kedi sahiplenmesi, ailesiyle yerleştikleri eve ilk aldıkları şeyin bir süpürge olması, sonra gittikleri İkea’dan eve gelen eşyaların montajına kocasını oturtması, kocasının attığı golle gelen galibiyeti kutladıktan bir kare sonra ‘Mauro’nun favorisi’ yazıp paylaştığı çikolatalı, elmalı kek, evde boş vakitlerinde Uno oynayan, çay içip kek yiyen bu aileyi nefis anlatıyor. Şimdi İcardi için kilo fazlalığı var deniyor. Futbol analistlerinin tamamı kendi fazla yağlarına bakmadan bu lafı ederken, evde Wanda’nın olduğunu, huzurlu bir hayatları olduğunu atlıyor. Telefonunun kapağında çocuklarının beş adet vesikalığını taşıyan bu kadın bana Buenos Aires sokaklarında hiç bebek arabası taşımayan, çocuklarını kucaklarından indirmeyen, o sıcakta şikayet etmeden çocuklarını taşıyan, sürekli çocuklarını öpen tatlı kadınları hatırlatıyor.
Biz nereden bilelim hatayı yanlış yerde aradığımızı!
*İcardi yüzünden gittiğimiz Buenos Aires seyahati deprem zamanına denk gelmişti. Mart ayında bir akşamüstü, güneş inişe geçerken ayrıldık. Aklımız, kalbimiz orada kaldı. Matelerini, güzel kadınlarını, çocuklarını, ülkenin içine düştüğü fakirliğe rağmen hala nasıl bu kadar zerafetli kalabilmesinin fotoğrafını çekemesek de aklımıza yazılmasını, güzel sokaklarını, ağaçlı yollarını, müzelerini, poşetlerle marketlerden elele çıkan yaşlılarını, her market çıkışında paketleri hırsızlık yapılmış mı diye utanarak kontrol eden güvenlik görevlilerini, enfes yemeklerini, dünyanın en en en güzel dondurmasının Arjantin’de olduğu bilgisini, önünde saatlerce kuyruk beklenen et lokantalarını, opera binasını, karanlık faşist günlerinden kalma işkence binalarını, ne yazık ki fakirliğini, evsizliğin artık durduralamayacak noktaya geldiğini, insanların torunlarıyla sokakta kalıp ellerinde ne var ne yoksa sattıklarını, uzun banka kuyruklarını, güzel pazar yerlerini, yemeklerini, empanadalarını, devasa kitapçılarını, daracık koridorlardan büyük avlulara açılan evlerini, her evin terasından tüten mangal dumanlarını, kışın ortasında yazı yaşadığımız mart günlerini aklımıza yazıp, bir daha gelmeyi dileyerek evimize döndük. Yine geleceğiz, bu sefer Wanda’nın hatrına.